Akademi: Yüksek Eşitsizlik Kurumu
Tarihte bilinen ilk akademi olan Platon’un Akademia’sından günümüze kadar geçen sürede akademi, bir bilim üretim ve yayım merkezi olarak kendini konumlandırmış, aydınlanmaya öncelik vermiştir. Bir kurum ve organizasyon olarak akademi; değişimlere, önemli dönüm noktalarına toplumsal zeminde hizmet etme misyonu edinmiştir. Fakat bu kurumsal organizasyonun içkin olarak barındırdığı birtakım hiyerarşiler ve eşitsizlikler her dönemde ve zamanda farklı düzeylerde kendisini hissettirmiştir. Bilimsel paradigmaların ve anlayışların birbiri üzerinde tahakküm kurduğu noktadan, cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin sistematik olarak yer edindiği ve üretildiği noktaya kadar bir dizi eşitsizlikler barındırmıştır. Şüphesiz ki bu tahakküm kurma ve eşitsizlikleri üretme pratiğinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği başı çekmekte, adeta cinsler arası eşitsizliğin bir tezahürü olarak akademiyi konumlandırmaktadır.
Bu konumlanışta; aklı, rasyonelliği ve bilgi üretimini eril olanla özdeşleştiren ve kadını duygusallıkla, akıldışılıkla ve rasyonel olmayan süreçlerle eş gören aydınlanma çağının da etkisi yadsınamaz. Öyle ki tarihsel olarak akademinin inşasındaki yönetsel ve söylemsel inşa süreçleri erkeklerin tahakkümünde gerçekleşmiş ve düzenlenmiştir. Bu düzenlenme sadece erkeklerin sayıca çoğunluğunu değil, akademinin bir kurum olarak erkeklerin değerleri ve çıkarlarıyla örülmüş olmasını da göstermektedir. Cinsiyetçi temeller üzerinde kurulan bu zemin, akademinin adeta eşitsizliği yeniden üreten kültürü haline gelmiş, kadınların akademideki görünürlüğünü baskılamıştır.
Gündelik hayatın akışı içerisinde doğal olanın o olduğuna ikna edildiğimiz cinsiyetçi söylemlerin ve davranışların akademide de aynı sistematikte yer edindiğini söylemek mümkündür. Akademinin bilgi üretim nosyonu içerisinde yarattığı kültürel norm ve değerler, ataerkil yapıyla iç içe geçmiştir. Akademi içerisindeki olağan işleyişin ve süreçlerin bir parçası haline gelerek cinsiyetçiliği normalleştirmiş; akademik başarı, kurumun başarısı, bilgi üretme nosyonu, bilim yapma adı altında nötr bir görünüm vermiştir. Özellikle akademilerin içerisinde bulunduğu sosyo-politik atmosferin bir uzantısı olarak yer ettiği gerçeğinden hareketle; akademi içerisinde yaşanan taciz olaylarının üstünü kapatma ve açığa çıkmasını engelleme gibi çabalara girişildiği söylenebilir. Çünkü gerek hakim ideolojinin çatısı altında bulunan akademinin gerekse de üniversitenin adının ‘lekelenmemesi’ öncelenmekte, şiddeti ve eşitsizliği kendi içinde meşrulaştıran bir zemine çekmektedir.
Kadınların kurum içerisinde uğradığı baskı ve eşitsizlik biçimleri, onların kurum dışına itilmesi, ötekileştirilerek marjinalleştirilmesi ya da akademi içerisinde yükselmelerinin önlenmesi gibi bir dizi cezalandırma süreçleriyle kendisini gösterebilmektedir. Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür ki cinsiyetçi tutumlar ve taciz, akademi gibi belli bir öğrenim düzeyine sahip ve ‘entelektüel’ olarak nitelenebilecek kimselerin bulunduğu bir kurumda bile olabilmekte ve kendi güç ilişkileri içerisinde beslenebilmektedir. Örneğin ABD’de 2018 yılında yayınlanan bir rapora göre; fiziksel bilimler, mühendislik ve tıp alanlarındaki kadınların %20-50’si üniversitelerde cinsel tacize uğruyor. Özellikle tıp öğrencileri %50 ile en yüksek oranda istismara uğrayanlar arasında yer almakta. Bu çok kapsamlı raporu hazırlayanların verdiği mesaj ise üzerine düşünmeyi gerektirmekte: ‘Bizim kampüsümüzde taciz var mıdır yok mudur diye düşünmeyin. Kesinlikle vardır. Ne yapabiliriz diye düşünün.’
Akademinin cinsiyetlendirilmiş kurumsal bir yapı olduğunu söylemek; akademi üzerine yapılan çalışmalara ve istatistiki göstergelere bakıldığında yanlış olmaz. Günümüzde en gelişmiş ülkelerde bile kadınların üniversite organizasyonu içerisinde ikincil konumda tutulduğunu, iş yaşamlarında ayrımcılık, dışlanma ve baskıyı örtük ya da açık bir biçimde deneyimlediği söylenebilir. Lisans ve yüksek lisans düzeyinde kadın öğrencilerin %45 gibi bir payının olması yükseköğrenime olan taleplerinin bir ifadesi olurken; akademinin ileriki aşamalarında karşılaştıkları engeller bu oranı düşürmektedir. Türkiye’de akademisyenlerin %61,8’i erkek iken; yalnızca %38,2’sini kadınlar oluşturmaktadır.
Devlet ve vakıf üniversiteleri arasındaki farka bakıldığında ise; vakıf üniversitelerinde kadınlar %5 kadar bir farkla daha fazla yer almaktadır. Akademide kadınların doçentlik, profesörlük gibi üst düzey pozisyonlara yükselme ihtimali ya da rektör, dekan gibi yönetim pozisyonlarında yer almaları; kendileriyle aynı verimliliğe ve eğitim niteliğine sahip bir erkeğe göre oldukça düşük. Türkiye’de akademik kariyer basamaklarında kadınların temsiline baktığımızda bu eşitsizliğin çarpıcı göstergelerini görmek mümkün. Türkiye’de rektörlerin sadece %9,1’i kadın, rektör yardımcılarının yüzde 10,3’ü ve dekanların ise yalnızca %21,3’ü kadın. Akademik düzey olarak bakıldığında ise; 13 üniversitede hiç kadın profesör bulunmamakta ve profesör kadrolarının %61,2’sini erkekler doldururken, %38,8’ini kadınlar oluşturmakta.
Bölgelere göre bakıldığında ise Güneydoğu Anadolu bölgesi, akademide toplam yüzde 22,8 kadın oranı ile bütün bölgeler arasında en eşitsiz bölge olarak yerini almakta. Bu bölgedeki üniversitelerde toplam profesörlerin yüzde 80’i erkeklerden oluşuyor. Doğu Anadolu bölgesi de benzer oranlara sahip ve profesörlerin yalnızca yüzde 14’ü kadınlardan oluşuyor. Kadınların ne giyeceğinden, nasıl davranacağından, ne zaman evlenip ne zaman çocuk yapacağına kadar sorgulayan ataerkil yapı; özellikle kız çocuklarının erken yaştan itibaren mesleki yönelimlerini de şekillendirmektedir. ‘Kadına uygun iş’ algısı kadınları hizmet ve bakım sektörü, öğretmenlik ve sağlık gibi alanlara iterken; mühendislik ve fen alanlarında marjinalleştirmiş, dışlamıştır. Sonuçta toplumsal cinsiyet rolleriyle yakınsayan alanların içerisinde durmalı, dışına çıkmamalıdır(!) Bu toplumsal arka planın beslediği akademiye baktığımızda; cinsiyet oranlarına ilişkin istatistikler bu durumu doğrular niteliktedir. Mühendislik fakültelerindeki erkek oranı %73,3 iken, kadınlar ise sadece %26,7’dir. Yine mühendislik fakültelerindeki kadın profesör oranı %19,4, doçent oranı ise %22’dir. Mimarlık fakültelerinde de yalnızca %34,9 kadın oranı vardır. Yine benzer şekilde akademik kademeler yükseldikçe bu oran da düşmektedir.
Fakültelere göre dağılıma bakıldığında özellikle STEM alanlarındaki kadınların yaşadığı eşitsizliğin daha derin olduğu görülmektedir. Kadınların yaşadıkları deneyimler sadece istatistiki göstergeler de değildir; öyle ki akademi içerisinde bir kadının hangi bilimsel konuyu çalışacağı, hangi konferansa çağırılacağı ya da TV’de hangi tartışma programında yer alacağına kadar ayrıştırıcı ve baskıcı bir tutum yer almaktadır. Örneğin uluslararası ilişkiler, politika ve ekonomi gibi konular erkeklerin tahakkümünde yer alan ve en çok onların söz aldığı konular olarak yer almaktadır. Bugün bilimsel bir konferansa gittiğinizde ya da TV’de dış politikayı tartışan bir programı izlediğinizde kadın temsiline hiç dikkat ettiniz mi? Ya da oturumlarda kadınlara ayrılan konuşma sürelerine? Tüm bu sorgulamaların arka planında kadınların gerek akademi içerisinde gerekse de yönetici pozisyonları gibi liderliği barındıran belli güç konumlarında sistematik olarak dışlanması yatmaktadır. Öyle ki bugün 20 YÖK üyesinden sadece 1’ini kadın oluşturmakta ve ÜAK, TÜBA, TÜBİTAK gibi akademi için önemli kurumlarda; başkanlar dahil erkek yönetici sayısı 27 iken kadın yönetici sayısı yalnızca 2’dir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derin bir şekilde yaşandığı ve her geçen gün güç ürettiği ‘eril kültür’ içerisinde yeniden üretildiği akademi üzerine yeniden düşünmek gerekmektedir. Akademinin toplum üzerindeki dönüştürücü ve yönlendirici etkisi düşünüldüğünde; bir kurum olarak akademiyi yeniden toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde inşa etmeli, her türlü şiddet, taciz ve ayrıştırıcı davranışları dışında tutmalıyız.
Kaynakça:
Akçiğit, U., Özcan-Tok, E. (2020). Türkiye Bilim Raporu. Ankara.
O’Neil, Mary Lou, vd. (2019). Türkiye’de Yükseköğretimdeki Cinsiyet Eşit(siz)liği Raporu 1984-2018. Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi.
Merhaba! Ben İlknur Kökçü. Sosyoloji ve toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine çalışıyorum. Akademik ilgi alanlarımı göç sosyolojisi ve dezavantajlı gruplar oluşturmakta. Bu doğrultuda da kendimi geliştiriyor, çeşitli kuruluşlarda gönüllülük yapıyorum; aynı zamanda münazara ile ilgileniyor, tiyatroya gitmeyi seviyorum.
Yine mükemmel bir yazı olmuş İlknur, ellerine sağlık. Farklı yazılarını iple çekiyoruz.
Çok teşekkür ederiz destekleyici mesajınız için, biz de İlknur’un yeni yazılarını hevesle bekliyoruz! 🙂